29 Aralık 2008 Pazartesi

PAULO COELHO

Çocuk, büyükbabasının mektup yazışını izliyordu. Birden sordu:
"Bizim başımızdan geçen bir olayı mı yazıyorsun ? Benimle ilgili bir hikâye
olma ihtimali var mı ? "
Büyükbaba yazmayı kesti, gülümsedi ve torununa şöyle dedi :
"Doğru, senin hakkında yazıyorum. Ama kullandığım kurşun kalem yazdığım
kelimelerden çok daha önemli. Umarım büyüdüğünde bu kalemi sen de seversin."
Çocuk kaleme merakla baktı ama özel bir şey göremedi. "İyi ama bu kalem
benim hayatımda gördüğüm diğer kalemlerden hiç farklı değil ki !"
"Bu tamamen nesnelere nasıl baktığınla ilgili. Bu kalemin beş önemli
özelliği var ve sen de bu özellikleri kendinde benimseyebilirsen hep
dünyayla barışık bir insan olursun."
"Birinci özellik : Harika şeyler yapabilirsin ama attığın adımları
yönlendiren bir el olduğunu asla unutma. Bizim için bu el Tanrı'dır ve her
zaman kendi kudretiyle bizi o yönlendirir."
"İkinci özellik: Zaman zaman her ne yazıyorsam durmam ve kalemimin ucunu
açmam gerekir. Bu kaleme biraz acı çektirse de sonuçta daha sivri olmasını
sağlar. Bu yüzden bazı acılara göğüs germeyi öğrenmelisin, bu acılar seni
daha iyi bir insan yapar."
"Üçüncü özellik: Kurşun kalem, yanlış bir şey yazdığında bunu bir silgiyle
silmene her zaman olanak tanır. Yaptığımız bir şeyi sonradan düzeltmenin
kötü bir şey olmadığını anlamalısın, aksine bu bizi adalet yolunda tutmaya
yarayan en önemli şeylerden biridir."
"Dördüncü özellik: Kurşun kalemin en önemli kısmı, kalemin yapıldığı ahşabın
ya da dışarıya yansıyan şekli değil, içerisinde yer alan kurşunudur. O
yüzden her zaman kendi içine bakmalı, en çok onu korumalısın."
"Beşinci ve son özelliği ise her zaman bir iz bırakmasıdır. Aynı şekilde sen
de hayatta yaptığın her şeyin bir iz bırakacağını bilmeli ve her hareketinin
farkında olmalısın."

PAULO COELHO

Bulunmayacak tek şey senin benzerindir

Ayakkabıcı, yeni getirdiği malları vitrine yerleştirirken, sokaktaki bir çocuk onu seyretmekteydi. Okullar kapanmak üzere olduğundan, spor ayakkabılara rağbet fazlaydı. Gerçi mallar lüks sayılmazdı ama, küçük bir dükkân için yeterliydi. Onların en güzelini ön tarafa koyunca, çocuk vitrine doğru biraz daha yaklaştı. Fakat bir koltuk değneği kullanmaktaydı. Hem de güçlükle...Adam ona bir kez daha göz attı. Üstündeki pantolonun sol kısmı, dizinin alt kısmından sonra boştu. Bu yüzden de sağa sola uçuşuyordu.Çocuğun baktığı ayakkabılar, sanki onu kendinden geçirmişti. Bir müddet öyle durdu. Daldığı hülyadan çıkıp yola koyulduğunda, adam dükkândan dışarı fırlayıp:- "Küçüüük!" diye seslendi." Ayakkabı almayı düşündün mü? Bu seneki modeller bir hârika!"Çocuk, ona dönerek: - "Gerçekten çok güzeller!" diye tebessüm etti, "Ama benim bir bacağım doğuştan eksik".- "Bence önemli değil!" diye atıldı adam. "Bu dünyada her şeyiyle tam insan yok ki! Kiminin eli eksik, kiminin de bacağı. Kiminin de aklı veya vicdanı."Küçük çocuk, bir şey söylemiyordu. Adam ise konuşmayı sürdürdü:- "Keşke vicdanımız eksik olacağına, ayaklarımız eksik olsa idi." Çocuğun kafası iyice karışmıştı. Bu sefer adama doğru yaklaşıp: - "Anlayamadım!. dedi. Neden öyle olsun ki?" - "Çok basit!" dedi, adam. "Eğer yoksa, cennete giremeyiz. Ama ayaklar yoksa, problem değil. Zaten orda tüm eksikler tamamlanacak. Hâttâ sakat insanlar, sağlamlara oranla, daha fazla mükâfat görecekler..." Küçük çocuk, bir kez daha tebessüm etti. O güne kadar çektiği acılar, hafiflemiş gibiydi. Adam, vitrine işâret ederek:- "Baktığın ayakkabı, sana yakışır!" dedi. "Denemek ister misin?" Çocuk, başını yanlara sallayıp: - "Üzerinde 30 lira yazıyor" dedi, "Almam mümkün değil ki!" - "İndirim sezonunu senin için biraz öne alırım!" dedi adam, "Bu durumda 20 liraya düşer. Zâten sen bir tekini alacaksın, o da 10 lira eder."Çocuk biraz düşünüp:- "Ayakkabının diğer teki işe yaramaz!" dedi, "Onu kim alacak ki?"- "Amma yaptın ha!" diye güldü adam. "Onu da, sağ ayağı eksik olan bir çocuğa satarım."Küçük çocuğun aklı, bu sözlere yatmıştı. Adam, devam ederek: - "Üstelik de öğrencisin değil mi?" diye sordu. - "İkiye gidiyorum!" diye atıldı çocuk, "Üçe geçtim sayılır." - "Tamam işte!" dedi adam. "5 Lira da öğrenci indirimi yapsak, geri kalır 5 lira. O da zâten pazarlık payı olur. Bu durumda ayakkabı senindir, sattım gitti!"Ayakkabıcı, çocuğun şaşkın bakışları arasında dükkâna girdi. İçerdeki raflar, onun beğendiği modelin aynıyla doluydu. Ama adam, vitrinde olanı çıkarttı. Bir tabure alıp döndükten sonra, çocuğu oturtup yeni ayakkabısını giydirdi. Ve çıkarttığı eskiyi göstererek- "Benim satış işlemim bitti!" dedi, "Sen de bana, bunu satsan memnun olurum."- "Şaka mı yapıyorsunuz?" diye kekeledi çocuk, "Onun tabanı delinmek üzere.Eski bir ayakkabı, para eder mi?" - "Sen çok câhil kalmışsın be arkadaş...." dedi adam, "Antika eşyalardan haberin yok her hâlde. Bir antika ne kadar eski ise, o kadar para tutar. Bu yüzden ayakkabın, bence en az 30-40 lira eder." Küçük çocuk, art arda yaşadığı şokları üzerinden atabilmiş değildi. Mutlaka bir rüyada olmalıydı. Hem de hayatındaki en güzel rüya.Adamın, heyecandan terleyen avuçlarına sıkıştırdığı kâğıt paralara göz gezdirdikten sonra, 10 liralık banknotu geri vererek:- "Bana göre 20 lira yeterli." dedi. "İndirim mevsimini başlattınız ya!" Adam onu kıramayıp parayı aldı. Ve bu arada yanağına bir öpücük kondurdu. Her nedense içi içine sığmıyordu. Eğer bütün mallarını bir günde satsa,böyle bir mutluluğu bulamazdı. Çocuk, yavaşça yerinden doğruldu. Sanki koltuk değneğine ihtiyaç duymuyordu. Sımsıcak bir tebessümle teşekkür edip:
- "Babam haklıymış!" dedi. "Sakat olduğum için üzülmeme hiç gerek yok! Demişti."

Hayat Bir Kibrit

Adamin biri, Bilgeligiyle ün salmis olan kralin yanina gider.
Krala sunu sorar:
'Efendim söyleyin bana, hayatta özgürlük var midir?
Kral:
"Elbette" der, "Kac bacagin var senin?"
Adam soruya sasirarak:
"Iki" der.
Kral:
"Pekala, tek bacaginin üstünde durabilir misin? '
"Elbette" diye cevap verir adam.
Kral:
"O halde hangi bacagin üstünde duracagina karar ver".
Adam biraz düsünür ve sol bacagi üstünde durmaya karar verir.
"Tamam" der kral
"Simdi öteki bacagini da kaldir."
Adam sasirir:
"Bu imkansiz kralim" der.
"Gördün mü? ' der kral
"Özgürlük budur. Sen sadece ilk karari almakta özgürsün. Ondan sonrasinda degil.'

Tiziano Terzani'nin "Atli karincada Bir Tur Daha" adli kitabinda okudugum bu küçük öykü yillardir tartisilan özgürlük kavrami üzerinde bir kez daha düsünmeme yol açti.
Hayat gercekten böyleydi.
Ilk karari aliyordun ve gerisi o ilk karara bagli olarak gerçeklesiyordu.
Hayat hata kabul etmiyordu.
Ilk kararin dogruysa isler yolunda gidiyordu ama eger yanlis bir karar aldiysan, hersey zincirleme yanlis gidiyordu.

Mesela meslegini seçerken...
Hasbelkader, iyi düsünmeden, yeteneklerinin farkinda olmaksizin bir meslek seçtiginde ömür boyu isini zorla yapmaya mahkum oluyordun.
Isinin basindayken baska bir is yapmayi özlüyordun.
Ama biliyordun ki; özgürlügünü kullanmis, ilk karari vermistin ve yeniden baslamaya cesaretin yoktu.

Bazi insanlar vardi hayatta...
Onlar her seyi ardlarinda birakip, yeniden baslayacak kadar cesurlardi.
Ama sen onlardan biri olamiyordun.
Bunca emek, bunca çalismayi, sanki çöpmüs gibi bir çirpida ativeremiyordun.
Oysa göz ardi ettigin bir sey vardi.
Hayat cok kisaydi ve mutsuz oldugun islerle zaman öldürmek, ayni zamanda ruhunu öldürmekle es anlamliydi.

Evlilik konusunda da iyi karar vermek gerekiyordu.
Yanlis bir karar, ayni evde yasayan iki düsman yaratabilirdi.
Ask zorunluluga dönüsebilir ve hayatini cehenneme çevirebilirdi.
Ilk karari aliyordun, bu konuda özgürdün ama devaminda senin kararina bagli olmayan pek çok sey gerçeklesiyordu.

Hayat kararlardan ibaretti ve kararlar birer kibritti.
Dogru yerde ateslediginde seni isitacak, corbani kaynatacak ates oluyordu.
Yanlis yerde ateslediginde ise, içinde bulundugun evle birlikte seni de yakiyordu.

Hayat öyle basite alinacak bir oyun degildi.
Oyunun kurallarini bilmen ve ona göre oynaman gerekiyordu.
Ama çogu zaman oyunun kurallarini bilmek yetmiyordu.
Çok daha önemli olan baska bir sey vardi.
Kendini bilmek...
Ne istedigini, neyin seni mutlu edecegini ve kim oldugunu, neler yapabilecegini bilmek zorundaydin.
Ancak o zaman dogru kararlar veriyor ve mutlu bir hayata sahip oluyordun.

Ve kararlar birer kibritti...
Kendini ya yakiyordun,
Ya da isitiyordun

26 Aralık 2008 Cuma

4O YILDA 1 GİBİSİN ÖYLE HAZİN OYLE EKSIK OYLE PARAMPARÇA

Sana dokununca, kirletilmiş ve tutsak alınmış bir toprağa dokunur gibi oluyorum. Can çekişen ve soğuyan bir tarihe dokunur gibi... Bedenin ıssız ve kaygan. Terk edilmişsin, çaresizsin, ama yine de elini uzatmıyorsun kimseye, kimseden yardım istemiyorsun. İçine, benliğine kolay kolay girilemez artık senin. Kapıların kapalı. Biri muhtaç olsa, barınacak yer bulamaz sende...

Sen sende sığıntısın, kimi saklayabilirsin ki derinliklerinde...
İşgalcilere hemen hiç direnmeden teslim olmuş, korkak, basiretsiz, silik halklar gibisin.
Kukla devletler gibi... Dışarıda sürüp giden hayatı nasıl etkileyebilirsin ki artık...
İçindeki zayıflık, hiç karşı koymadan dışarıdaki kötülüklerin, zorbalık ve çelişkilerin biçimini almış. Birazcık soluklanmak için kendinden değil, içindeki işgalciden izin alıyorsun artık...

Bir dostun sana haksızlık ettiğinde, üzülecek yerde garip bir rahatlık duyuyorsun. Çünkü sana haksızlık etmeyip sevgini isteyince ne yapacağını bilemiyordun. Hem sen kendine sığıntısın, onu konuk edemezsin ki işgal edilmiş benliğine...Sen işgal edilmiş ve teslim olduğun için mahcup bir kinle, sömürü yasalarının sürmesini istiyorsun... Bedenleri ve ruhları tüketen geleneklerin, öldürücü tabuların, yasakların gücü eksilmesin istiyorsun, bu yüzden... Sürsün ki kimse kendisiyle baş başa kalmasın istiyorsun. Daha da hızlı dönsün çarklar... Her şey hızla tükensin; tükensin ki yüzleşmeye vaktin olmasın, içindeki teslimiyetle, utançla... Kimse kimseye bu yenilgiyi hatırlatmasın... Cehennemde yaşasan da cehennemden söz etmek yasak olsun; bir hayalet gibi sürdürsen de varlığını, kimse söz etmesin istiyorsun hayaletlerin varlığından... Bir zamanlar içini ısıtan sevgin, şimdi yolları karla kaplı, unutulmuş, kaybolmuş dağ köyleri gibi, uzakta...

İçine aldığın, direnmeden teslim olduğun işgalci güçlerin, kötülüklerin yolları ise alabildiğine açık, verimli, gün ortasında... Tutsaklığınla, yabancılığınla, korkaklığınla, her an, her dakika berabersin... İçinden makine tıkırtıları geliyor... Paraları ve eşyaları sayan aletlerin tıkırtıları... Her şeyi ölçüp toplayan göstergelerin, her an çalmaya hazır alarmların, sinyallerin dijital sesleri geliyor... Duyuyorum: içine biri yaklaştığında ilk bulduğu mağaraya, gizli bir köşeye sığınmak için koşuşan engellenmiş kaçakların, ürkek, bastırılmış çığlıkları geliyor içinden. Mağaralarına saklanmadan önce içindeki her biri başka başka zamanlara ait, başka başka insanların açtığı, farklı derinlikteki yaralarını, hep aynı, kaba ve duygusuz bir örtüyle örtmeye çalışıyorlar sinsi bir telaşla... Yaraların bu örtünün altında soluksuz kalıyor, boğuluyor, kokuşuyor... Uğradığın haksızlıklar, seni sen yapan acılar, şimdi içindeki kötülüğün ayakları altında... Yaralarım başka insanların yaralarıyla tanıştırmadığın, kardeş kılmadığın için, merhametin, iyiliğin, paylaşımın olacakken nefretin, acımasızlığın oluyorlar... Yaralarını aynı, kaba ve duygusuz örtünün altında sakladığın için seni özgürleştirmiyor, tam aksine, seni tutsak alan içindeki kötülüğü kışkırtıyorlar... İçindeki göstergelerin, aletlerin tıkırtısı, yaralarının iniltilerini çoktandır boğuyor... Yine de bir türlü, unutamıyorsun kendini. Bir türlü, bildiklerini silemiyorsun zihninden... Bildiklerin, unutamadıkların, hissettiklerin için mutsuz olduğunu sanıyorsun...

Mutsuz olmamak için de basit zevklere alıştırıyorsun kendini, kolay etkilenmek, yönlendirilmek, hazır ve egemen mutlulukların içinde sana acı veren her şeyi, kendinle beraber yok etmek istiyorsun ama yine de kendini unutamıyorsun.

Bu yüzden, seni tutsak alan işgalcilere, zorbalığa, kötülük güçlerine ve onlara direnmeden teslim olan korkaklığına değil, duygularına, bildiklerine, seni sana hatırlatan belleğine lanet ediyor, derin bir öfke duyuyorsun...

Oysa içindeki sevgine, o yolları karla kaplanmış o uzak dağ köyleri gibi kaybolmuş sevgine, onlar olmadan ulaşamazsın...

Sana asla, rakip olmadan ve gözlerimin en çıplak haliyle yüreğine dokunuyorum... Çünkü seni anlatırken kendimi hatırladım. Senin esaretin, yenilgin, kaçışların, benimkilere ışık tuttu. Seni gözlerken, kendime yakalandım... Hem, ben, sana nasıl rakip olabilirim ki... Çünkü o yolları karla kaplı dağ köyüne, o kaybolmuş sevgine doğru, beraber yolculuğa çıkacağız...

Yol arkadaşları birbirine rakip olamaz, çünkü biliyorum senin yollarını kaybettiğin sevginde, bana ait birçok anlam ve cesaret saklı...

Hissediyorum...

Kaybolmuş sevginde, benim de kaybolmuş sevgim var...

Joshua Bell metroda çalarken


Soğuk bir Ocak sabahı, bir adam Washington DC'de bir metro istasyonunda, kemanla 45 dakika boyunca altı Bach eseri çalar. Bu süre içinde, çoğu işe yetişme telaşındaki yaklaşık bin kişi kemancının önünden geçip, gider.

Kemancı çalmaya başladıktan ancak üç dakika kadar sonra, ilk kez orta yaşlı bir adam kemancıyı fark edip, yavaşlar ve birkaç saniye sonra da gitmek zorunda olduğu yere yetişmek üzere yine hızla yoluna devam eder..

Kemancı ilk bir dolar bahşişini bundan bir dakika kadar sonra alır. Bir kadın yürümesine ara vermeksizin parayı kemancının önüne koyduğu kaba atarak, hızla geçer, gider.

Birkaç dakika sonra, bir başka adam duraklayıp, eğilerek dinlemeye başlar ancak saatine göz attığında işe geç kalmamak için acele ettiğini belirten ifadelerle hızla yoluna devam eder.

En fazla dikkatle duran ise üç yaşlarında bir oğlan çocuğu olur. Annesinin çekiştirmelerine rağmen, çocuk önünde durur ve dikkatle kemancıya bakar. En sonunda annesi daha hızlı, çekiştirerek çocuğu yürümeye zorlar. Oğlan arkasına dönüp dönüp kemancıya bakarak, çaresizce annesinin peşinden gider. Buna benzer şekilde birkaç çocuk daha olur ve hepsi de anne, babaları tarafından yürümeye devam için zorlanarak, uzaklaştırılırlar.

Çaldığı 45 dakika boyunca kemancının önünde sadece 6 kişi, çok kısa bir süre durur. 20 kişi duraklamadan, yürümeye devam ederek, para verir. Kemancı çaldığı süre içinde 32 dolar toplar. Çalmayı bitirdiğinde ise sessizlik hakim olur ve kimse onun durduğunu fark etmez, alkışlamaz.

Hiç kimse onun dünyanın en iyi kemancısı Joshua Bell olduğunu ve elindeki 3,5 milyon dolarlık kemanla, yazılmış en karmaşık eserleri çaldığını anlamaz. Oysa Joshua Bell'in metrodaki bu mini konserinden iki gün önce Boston'da verdiği konser biletleri ortalama 100 dolara satılmıştı...

Bu gerçek bir hikayedir ve Joshua Bell'in öylesine bir kılıkla metroda keman çalması, Washington Post gazetesi tarafından algılama, keyif alma ve öncelikler üzerine yapılan bir sosyal deney gereği kurgulanmıştır. Sorgulanan şeyler; sıradan bir yerde, uygunsuz bir saatte güzelliği algılayabiliyor muyuz? Durup ondan keyif alıyor muyuz? Beklenmedik bir ortamda, bir yeteneği tanıyabiliyor muyuz? İdi...

Bu deneyden çıkarılacak kıssadan hisse ise, dünyanın en iyi müzisyeni, dünyadaki en iyi müziği çalarken, önünde durup, dinleyecek bir dakikamız dahi yoksa, başka neleri kaçırıyoruz acaba?

24 Aralık 2008 Çarşamba

Ekmek Şarap Sen Ve Ben / İhsan Türe

Ekmek şarap sen ve ben
bir de sabahın dördü
dışarda kar
odamız ılık
gözlerin ılık ılık damlarken boş kadehe
anlattın bana ağzı sarımsak kokan bir çocukla yattığını
aşkı tattığını,karım dediğini ve aldattığını

kıskandım Gogen’i Tahitilim
terlemiş vücudunu silerken
cüzzam mikrobunu ve yaktığı kulübesini
saçların bağlamıştı ellerimi muz kokulum
güneşi doğurmuştu ölü cisim
martı çığlıklarıyla bir sahil kayalığında
nefesin vücudumu yakıyordu yer yer
sam yelim sahra-i kebirim
kahrettim her şeye o gün
babanın şarap çanağına,
Gogen’e,
kadere,
sana,
bana,
bir de gittiğin arabanın tekerine

ne diyordum arkadaş….
diyordum ki ben bu zıkkımı içmek için içerim
ama içerken düşünmem neden içiyorum diye
daha sonra yaparım hayatın felsefesini

sırayla olurum Fatih,Selim,Kanuni
bazen kadın hamamında tellak….
bazen Christoph Colomb
Napolyon’ken düşünürüm Elbe’de geçen günleri
Timur’ken Beyazıt’ı yenişimi….
bir kere Aristo’nun hocası olmuştum
ona verdiğim dersle gurur duymuştum
bazen Jan Dark’ı kurtarmak için çalışan bir kahraman
bazen odunun ateşleyen bir cellat olurum

eğer daha da içersem
Shakespare halt etmiş derim karşımda
salyalı dudaklarımdan yayık sesimi dinlerim de
işte Mozart’ın aradığı melodi bu diye gülerim
enayiymiş be Platon…
bir içsin de görsün….ne felsefesi varmış bu hayatın
anlasın geçmişi kınalı dünyanın kaç bucak olduğunu

ıslak kaldırımlarda yürürken acırım
önde yalpa vuran sarhoşun zavallı haline
ukalalık işte derim neme lazım senin
kendine bak; sende bir serserin bir sarhoş…
ve yavaş yavaş kaybolur acı kahkahalarım
şehrin izbe sokaklarında
yavaş yavaş kaybolur benliğim…

İhsan Türe

23 Aralık 2008 Salı

AŞKIN ‘ACI’ HALİ / Ümit Yaşar Oğuzcan

Ben alışılmamış bir insanım biliyorum
Bir karanlıktır ben de pırıl pırıl zamanlar
Mağrur kalbim her yerde asi ve yalnız
Neyleyim umduğum gibi çıkmadı insanlar.
Herkes bir şey aldı götürdü benden
Dağıttım kaç yıl sevgilerimi cömertcesine
Gözlerim bir vefa arar, arar da bulamaz
Nicedir hasret kulaklarım bir dost sesine
Bilirim, çoğu gün hüzünlüdür bakışlarım
İçimde biri ağlar güldüğüm zaman bile
Gömerken kalbime bütün arzularımı
Yanarım yaşanmamış anıların özlemiyle
Sevdiğim mahzun şarkılardır, hüzünlü resimler
Garip akşamlarda yaşadığımı anlarım
Çevremde kim varsa konuşur durmadan
Ben hep bir heykel asaletiyle susarım.
Gecenin bir yerinde teselliler biter de
Dağıtır saçlarımı onun güzel elleri
Kokusu rengi kalır ellerinin gecelerde
Doğan gün uzaklardan getirir sevdiğimi


Ümit Yaşar Oğuzcan

Birinin Kadını Olmak... / Yasemin Pulat

Birinin Kadını Olmak...

Başka hiç kimse tarafından dokunulmamak, konuşulmamak, bakılmamak hatta!

Biraz korunmak, biraz şımarmak...

Bir kaç çeşit yemek yapmak, İstiklal caddesinde sıkı sıkı elini tutmak,
belki film izlemek ama mutlaka çekirdek çitlemek, bi yerlerde çay içmek,
Pazar sabahı kahvaltısı etmek uzun uzun, sahilde yürüyüş yapmak gibi küçük
ama zor heveslerim var!

Neden mi?
Herkesin eli tutulmaz,
herkesle film seyredilmez,
herkesle çekirdek çitlenmez,
herkesin kadını olunmaz da o yüzden!

İçinden gelmeli...
Hücrelerine kadar hissetmeli, dna"larına kadar bilmeli insan!
Düşünerek emin olunmaz, bir anda ya olunur ya olunmaz.
Bir de şu yakın geçmiş duvarları olmasa, kafa da hiç karışmaz ya, olsun!
Oysa bazen tek bir söze ya da bir bakışa yıkılır bütün duvarlar...

Kek yapmayı da öğrenmek lazım aslında bi ara!

Sabahları uyandığımda "günaydın sevgilim" mesajları görmek istiyorum
telefonumda. Gün içinde özlediğim birisi olsun istiyorum. Özlemek istiyorum
birini. Çok özlersem dayanamayıp gidip sarılmak istiyorum. Dayanamamak
istiyorum!

Çalışırken, düşünmek istiyorum sonra onu! Aklımda olduğu için gülümsemek
istiyorum ara ara... Gülümsediğim için daha çok çalışmak...

Birini sevmek istiyorum; hiç kimseyi sevmediğim gibi, biri sevsin istiyorum
beni, hiç sevilmediğim gibi...

Biri o kadar çok sevsin ki beni, hatalarımı da sevsin istiyorum!
O kadar çok sevsin ki; hata yapmaktan ödüm kopsun!

Kıskansın istiyorum biri beni! Sorsun istiyorum "neredesin" diye, "Hımm kim
aradı bakayım" diye! Ben sormam ama, korkmasın. O sorsun!

"Biliyo musun ne oldu?" ile başlayan heyecanlı cümlelerimin sonuna kadar
tahammül etsin istiyorum biri bana. Mutlaka ipe sapa gelmez bir şey
olmuştur ama dinlesin sonuna kadar. Ya bi yavru kedi macerası ya da işte
ona benzer bir şeyler olmuştur. Ben de her seferinde sanki bahçeyi
kazmışımda hazine bulmuşum gibi heyecanla ve öneminin üzerine basa basa
anlatırım ya, dinlesin işte. "Ya, evet, çok mühim bir şeyler olmuş" falan
desin bi de sonunda...

Şimdi ben istesem İstiklal caddesinde birinin elini tutup gezemem mi?
İstesem benimle birlikte çekirdek çitleyip aynı anda film seyretmeyi de
başarabilecek birini bulamam mı bi arasam?
Şimdi ben yalnız olmak istemesem, yalnız olur ve bunları da yazıyor
olurmuydum?
Hiç sanmam!

Birinin elini tutmakla, birinin elini, sıkı sıkı tutmak arasında çok fark
var!
Ya tutarsın ya da tutmazsın ya da, tutmuş gibi yaparsın işte.
Ben yapmam!
Bunu zaten bilirsin.
Kimin elini tutacağını yani.
Deneyerek bulmazsın.
Sadece bilirsin.
Bilmek!
Açıklaması yok.

Ve ben elini sıkı sıkı tutmayacağımı bildiğim hiç kimseyle İstiklal
caddesine gitmeyeceğim!
Heyecanla ve özene bezene olmadıktan sonra kimseye yemek yapmayacağım!
Repliklerin bir anlamı yoksa, kimseyle film seyretmeyeceğim.
Zaten çekirdeği unutsun bile, asla olmaz!

Birinin kadını olmak istiyor canım; biraz korunmak, biraz şımarmak...

Çekirdek mutlaka olsun!

Yazan : Yasemin Pulat

Bağlanmak yok hiçbirşeye / Can Yücel..

Bağlanmayacaksın bir şeye öyle körü körüne.
"O olmazsa yaşayamam." demeyeceksin.
Demeyeceksin işte. Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.


Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle o daha az sever seni
Senin o'nu sevdiğinden. Çok sevmezsen çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince çok ait de olmazsın hem.
Çalıştığın binayı masanı telefonunu kartvizitini...
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.

Hem hiçbir şeyin olmazsa kaybetmekten de korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan
olmayacak mesela evinde. Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin Güneşi ayı yıldızları...
Mesela kuzey yıldızı senin yıldızın olacak.
"O benim."
diyeceksin. Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir Şeylerin...
Mesela gökkuşağı senin olacak.

İlle de bir şeye ait olacaksan renklere ait
olacaksın.
Mesela turuncuya ya da pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.

Çok sahiplenmeden
Çok ait olmadan yaşayacaksın.

Hem
her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi Hem
de hep senin
kalacakmış gibi hayat. İlişik yaşayacaksın.
Ucundan tutarak...

Can Yücel

Her Şey Sende Gizli / Can Yücel

Yerin seni çektiği kadar ağırsın,
Kanatların çırpındığı kadar hafif..
Kalbinin attığı kadar canlısın,
Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç...
Sevdiklerin kadar iyisin, Nefret ettiklerin kadar kötü..
Ne renk olursa olsun kaşın gözün,
Karşındakinin gördüğüdür rengin..
Yaşadıklarını kar sayma:
Yaşadığın kadar yakınsın sonuna; ne kadar yaşarsan yaşa,
Sevdiğin kadardır ömrün..
Gülebildiğin kadar mutlusun.
Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin
Sakın bitti sanma her şeyi,
Sevdiğin kadar sevileceksin.
Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer
Ve karşındakine değer verdiğin kadar inansın.
Bir gün yalan söyleyeceksen eğer;
Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın.
Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret,
Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın.
Unutma yağmurun yağdığı kadar ıslaksın,
Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak.
Kendini yalnız hissetiğin kadar yalnızsın
Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü.
Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin..
İşte budur hayat!
İşte budur yaşamak,
Bunu hatırladığın kadar yaşarsın
Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün
Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun
Çiçek sulandığı kadar güzeldir,
Kuşlar ötebildiği kadar sevimli,
Bebek ağladığı kadar bebektir.
Ve herşeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren,
Sevdiğin kadar sevilirsin...

Can Yücel

Öğrendim ki... / ATAOL BEHRAMOĞLU

Öğrendim ki...
Kimseyi sizi sevmeye zorlayamazsınız.
Kendinizi sevilecek insan yapabilirsiniz,
Gerisini karşı tarafa bırakırsınız.

Öğrendim ki...
Güveni geliştirmek yıllar alıyor,
Yıkmak bir dakika.

Öğrendim ki...
Hayatında nelere sahip olduğun değil
Kiminle olduğun önemli.

Öğrendim ki...
Sevimlilik yaparak 15 dakika kazanmak mümkün
Ama sonrası için bir şeyler bilmek gerek.

Öğrendim ki...
Kendini en iyilerle kıyaslamak değil
Kendi en iyinle kıyaslamak sonuç getirir.

Öğrendim ki...
İnsanların başına ne geldiği değil
O durumda ne yaptıkları önemli.

Öğrendim ki...
Ne kadar küçük dilimlersen dilimle
Her işin iki yüzü var.

Öğrendim ki...
Olmak istediğim insan olabilmem
Çok vakit alıyor.

Öğrendim ki...
Karşılık vermek
Düşünmekten çok daha basit.

Öğrendim ki...
Bütün sevdiklerinle iyi ayrılman gerek
Hangisi son görüşme olacak bilemiyorsun.

Öğrendim ki...
'Bittim' dediğin andan itibaren
Pilinin bitmesine daha çok var.

Öğrendim ki...
Sen tepkilerini kontrol edemezsen
Tepkilerin hayatını kontrol eder.

Öğrendim ki...
Kahraman dediğimiz insanlar
Bir şey yapılması gerektiğinde
Yapılması gerekeni
Şartlar ne olursa olsun yapanlar.

Öğrendim ki...
Affetmeyi öğrenmek deneyerek oluyor.

Öğrendim ki...
Bazı insanlar sizi çok seviyor
Ama bunu nasıl göstereceğini bilemiyor.

Öğrendim ki...
Ne kadar ilgi ve ihtimam gösterseniz
Bazıları hiç karşılık vermiyor.

Öğrendim ki...
Para ucuz bir başarı.

Öğrendim ki...
En iyi arkadaşla sıkıcı an olmaz.

Öğrendim ki...
Düştüğün anda seni tekmeleyeceğini düşündüklerinden bazıları
Kaldırmak için elini uzatır.

Öğrendim ki...
İki insan aynı şeye bakıp
Tamamen farklı şeyler görebilir.

Öğrendim ki...
Aşık olmanın ve aşkı yaşamanın çok çeşidi vardır.

Öğrendim ki...
Her şartta kendisiyle dürüst kalanlar
Daha uzun yol yürüyor.

Öğrendim ki...
Hiç tanımadığın insanlar,
iki saat içinde,
senin hayatını değiştirir.

Öğrendim ki...
Anlatmak ve yazmak ruhu rahatlatır.

Öğrendim ki...
Duvarda asılı diplomalar
İnsanı insan yapmaya yetmez.

Öğrendim ki...
Aşk kelimesi ne kadar çok kullanılırsa, anlam yükü o kadar azalır.

Öğrendim ki...
Karşısındakini kırmamak ve inançlarını savunmak arasında çizginin
nereden geçtiğini bulmak zor.

Öğrendim ki...
Gerçek arkadaşlar arasına mesafe girmez.
Gerçek aşkların da!

Öğrendim ki...
Tecrübenin kaç yaşgünü partisi yaşadığınızla ilgisi yok,
Ne tür deneyimler yaşadığınızla var.

Öğrendim ki...
Aile hep insanın yanında olmuyor.
Akrabanız olmayan insanlardan ilgi, sevgi ve güven öğrenebiliyorsunuz.
Aile her zaman biyolojik değil.

Öğrendim ki...
Ne kadar yakın olursa olsunlar
En iyi arkadaşlar da ara sıra üzebilir.
Onları affetmek gerekir.

Öğrendim ki...
Bazen başkalarını affetmek yetmiyor.
Bazen insanın kendisini affedebilmesi gerekiyor.

Öğrendim ki...
Yüreğiniz ne kadar kan ağlarsa ağlasın
Dünya sizin için dönmesini durdurmuyor.

Öğrendim ki...
Şartlar ve olaylar,
Kim olduğumuzu etkilemiş olabilir.
Ama ne olduğumuzdan kendimiz sorumluyuz.

Öğrendim ki...
İki kişi münakaşa ediyorsa,
Bu birbirlerini sevmedikleri anlamına gelmez.
Etmemeleri de sevdikleri anlamına gelmez.

Öğrendim ki...
Her problem kendi içinde bir fırsat saklar.
Ve problem, fırsatın yanında cüce kalır.

Öğrendim ki...
Sevgiyi çabuk kaybediyorsun, pişmanlığın uzun yıllar sürüyor

ATAOL BEHRAMOĞLU

GİDEN'E

Senden her vazgeçişimde, artık bu sayfa tamamen kapandı dediğimde, alıştığımda senden kalan boşluğa, tam da ileriye bakmayı beceriyorken bazen nasıl oluyor da canlandırıyorsun kendini? Nasıl oluyor da hissediyorsun seni öldürmek üzere olduğumu...? bana ilginç gelen tek şey bu... Aramızda var olan ama bugüne kadar ikimzinde çözemediği bir çekim mi var? ... ilk gidişinde de böyle olmuştu. "tamam artık bu herşeyiyle kapandı" dediğimde çıkıvermiştin karşıma tekrar. Unutmuyorum o akşamı. Odama çekilip kitabımı okuyorken, çalan telefona pek aldırmamıştım... "kim olacak ki bu saatte" gibisinden şaşkınlığı belirten bir duygu belirmişti beynimde. Açtığımda telefonu sendin karşımdaki. "neyapıyorsun" diye sorduğunda, şaşkınlığım biraz daha artmıştı. "tam da seni öldürmek üzereydim" diyemezdim. Sanki bir acelen varmış gibi hızlı hızlı dökülüveriyordu ağzından sözler... "tek istediğim sensin, deliler gibi özledim seni" dediğinde, elimdeki kitabın az önce okuduğum bir cümlesi çarpmıştı gözüme; "Görmüyor musun? Bocalıyor insan, aranıyor hep,yer değiştiriyor, yükünü atmak ister gibi..." telefonum çalmadan birkaç saniye önce okuduğum bu sözde canlanmıştın birden. Susuyordum... Oysa sen gurur yapıp ağırdan aldığımı düşünüyordun, çoktan pişman olmuştum söylediklerim için. Atamıyordun çünkü "yükünü"... sana belli etmesem de heyecanlandırmştın beni. ama bu heyecanı paylaşamazdım senle. Biliyordum çünkü yine kayıplara karışacağını...

O kaybettiğin neşeyi, o çok eskiler de kalmış mutluluğu özlüyordun sen aslında. Ben sana, o anlarını hatırlatmaktan öteye gitmeyen birisiydim sadece. Bunu sen de biliyordun, başlamakla bitirmek arasında kaldığın o sayısız günlerin, bir türlü kurtulamadığın bu tutarsızlığın sebebi de buydu işte, sen beni değil bende hatırladığın o eski neşeyi, o deli dolu günlerini özlüyordun... Ama bilirsin sen; benim için ya hep ya hiçtir... ya tam vardır ya da hiç yoktur... O yüzden beni yok sayman için elimden geleni yaptım. Bunu içim kanaya kanaya yaptım. Mecburdum buna, çünkü ben bir saniye olsun kalamazdım senin olduğun yerde, ben senin gel-git seanslarının içinde mutlu olamazdım. O akşam telefonda ağzından dökülen hiçbir şeyi yaşatamadın bana. Çünkü sen o akşam benimle değil, düşlerinle konuşuyordun. Beni düşlerinle eşitlemek istediğinde ise hiç başaramıyordun bunu... Başarsaydın eğer; kendini şimdilerde kaçırdığın gibi yok etmek zorunda kalmayacaktın. Belki de hiç unutulmayacaktın...

Benim de hisettiğim bir şey var, seninkinden farklı.... sen nasıl unutulmaya- hatırlanmamaya yüz tuttuğunda, bunu fark edip kendini birşekilde hatırlatıyorsan; Ben de sana, sen de var olan bir şeyi hatırlatıyorum bu günlerde. Sen pişmansın... Bunu hissediyorum. Vicdanın soluğunu kesiyor bazı geceler... ve o, zamanında atamadığın yükün daha da artmış gibi... yoksa neden kendini öyle yada böyle hatırlatmak zorunda kalasın ki? her şey bitmişken... bitti kelimesinin hakkını tam olarak vermişken... ve bir mucize olmadan, bir araya gelmemizin imkansız olduğunu bile bile kendini neden hatırlatasın ki? ! işte senin belirli aralıklarla, farklı yollarla kendini ortaya çıkarma gerekçen bu... rahat değilsin.. istediğin gibi gitmiyor hayat. Benim bunu bildiğimi, bunu hissettiğimi biliyorsun. Anlıyorsun bunu. Tetiktesin o yüzden. Bir yanın o mucizenin gerçekleşmesi için duacıyken, bir yanın da (nispeten kendi güçlü hissettiğin zamanlar) bu nasıl olsa olmaz, hayata geçmez, hatalarımı kabullenip önüme bakmalıyım diyor. Bunu uzun bir süre başaramazsın. Çünkü vicdan sızısı insanı kolay kolay terk etmez. O yüzden önüne bakmayı beceremediğin her an, aklına o mucizenin gerçekleşmesi için ettiğin dualar gelecek, tazelenecek dün'ler... ve günden güne artan o yükünü boşaltmadıkça önüne bakamayacaksın. Baksan bile ileriye doğru bir adım atamazsın. Çünkü tutuyorum seni! Vicdanın oldum içine girdim. Ben olmasam bile benim duygularımdır ya da senin yok ettiğin anlamsız kıldığın umutlarımdır her gece soluğunu kesen, vicdanın olup içine giren.... Uykularını kemirip de kendini bana hatırlatmana sebep olan belki de benim....? işte bu yüzden YOKLUĞUMLA İYİ GEÇİNMEYE BAK!

Michel Fugain - Une Belle Histoire


c'est un beau roman
c'est une belle histoire
c'est une romance d'aujourd'hui
il rentrait chez lui, là-haut vers le brouillard
elle descendait dans le midi, le midi

ils se sont trouvés au bord du chemin
sur l'autoroute des vacances
c'était sans doute un jour de chance
ils avaient le ciel à portée de main
un cadeau de la providence
alors, pourquoi penser aux lendemains

ils se sont cachés dans un grand champ de blé
se laissant porter par le courant
se sont raconté leurs vies qui commençaient
ils n'étaient encore que des enfants, des enfants
qui s'étaient trouvés au bord du chemin
sur l'autoroute des vacances
c'était sans doute un jour de chance
qui cueillirent le ciel au creux de leur main
comme on cueille la providence
refusant de penser aux lendemains

c'est un beau roman
c'est une belle histoire
c'est une romance d'aujourd'hui
il rentrait chez lui, là-haut vers le brouillard
elle descendait dans le midi, le midi

ils se sont quittés au bord du matin
sur l'autoroute des vacances
c'était fini le jour de chance
ils reprirent alors chacun leur chemin
saluèrent la providence
en se faisant un signe de la main

il rentra chez lui, là-haut vers le brouillard
elle est descendue là-bas dans le midi
c'est un beau roman
c'est une belle histoire
c'est une romance d'aujourd'hui

Metallica / Nothing Else Matters


So close no matter how far
Ne kadar uzak olsak da çok yakınız

Couldn`t be much more from the heart
Daha yürekten olamazdım

Forever trusting who we are
Daima kim olduğumuza güveniyorum

And nothing else matters
Ve başka hiçbir şey önemli değil

Never opened myself this way
Kendimi hiç bu şekilde açmamıştım

Life is ours, we live it our way
Hayat bizim, onu bildiğimiz gibi yaşıyoruz

All these words I don`t just say
Tüm bu sözleri söylemiş olmak için söylemiyorum

And nothing else matters
Ve başka hiçbir şey önemli değil

Trust I seek and I find in you
Güveni sende arıyor ve buluyorum

Every day for us something new
Her gün bizim için yeni bir şey

Open mind for a different view
Farklı bir görüşe açık bir zihin

And nothing else matters
Ve başka hiçbir şey önemli değil

Never cared for what they do
Ne yaptıklarını hiç umursamadım

Never cared for what they know
Ne bildiklerini hiç umursamadım

But I know
Ama biliyorum

So close no matter how far
Ne kadar uzak olsak da çok yakınız

Couldn`t be much more from the heart
Daha yürekten olamazdım

Forever trusting who we are
Daima kim olduğumuza güveniyorum

And nothing else matters
Ve başka hiçbir şey önemli değil

Never cared for what they do
Ne yaptıklarını hiç umursamadım

Never cared for what they know
Ne bildiklerini hiç umursamadım

But I know
Ama biliyorum

Never opened myself this way
Kendimi hiç bu şekilde açmamıştım

Life is ours, we live it our way
Hayat bizim, onu bildiğimiz gibi yaşıyoruz

All these words I don`t just say
Tüm bu sözleri söylemiş olmak için söylemiyorum

And nothing else matters
Ve başka hiçbir şey önemli değil

Trust I seek and I find in you
Güveni sende arıyor ve buluyorum

Every day for us something new
Her gün bizim için yeni bir şey

Open mind for a different view
Farklı bir görüşe açık bir zihin

And nothing else matters
Ve başka hiçbir şey önemli değil

Never cared for what they say
Ne dediklerini hiç umursamadım

Never cared for games they play
Oynadıkları oyunları hiç umursamadım

Never cared for what they do
Ne yaptıklarını hiç umursamadım

Never cared for what they know
Ne bildiklerini hiç umursamadım

And I know
Ve biliyorum

So close no matter how far
Ne kadar uzak olsak da çok yakınız

Couldn`t be much more from the heart
Daha yürekten olamazdım

Forever trusting who we are
Daima kim olduğumuza güveniyorum

No nothing else matters
Hayır, başka hiçbir şey önemli değil

Sen şimdi "su olduğunu" düşün...

Bir an için sen su oldugunu düsün. Su denli özel, su denli yararli ve su denli çok, tükenmez... Inaniyorum ki gerçekten de öylesin. Ama ister çesmelerden dökül, ister göklerden yag, ister nehirler dolusu ak; dibi olmayan bir kovayi dolduramazsin. Yani seni dinlemeyenlere sesini duyuramazsin. Unutma daha çok bagirdiginda daha çok dinlenmezsin, gürültünün parçasi olursun yalnizca!... Suyun yaninda olanlar suyu en az içenlerdir. Çünkü"Su nasilsa burada, gerek yok ki suyu kana kana içmeye" diye düsünürler.. Tipki, sesini sürekli duyanlarin seni dinlemedikleri gibi! Ormandaki hiçbir hayvan, irmagin gürültüler koparan yerinden su içmeye çalismadi simdiye dek. Hepsi, hep sabahin en sakin anini bekledi; suyun durgun yerlerini bulabilmek için. Gittiler ve sakin sakin gereksinimlerini giderdiler. Onlar için en uygun olan kendi istedikleri zamandi. Sen hep bir su oldugunu düsün. Su gibi güzel, su gibi vazgeçilmez... Ve su gibi yasam kaynagi oldugunu düsün. Ama su gibi yasatici ol. Su gibi yikici, sürükleyici ve öldürücü degil!.. Suysan tarlalarini basma insanlarin, yuvalarini yikma, ocaklarini söndürme; sana "felaket" denmesin! Suysan bir bardaga sigabil ki damarlara girebilesin!..

Su gibi özel, su gibi güzel, su gibi yararli, su gibi gerekli ve su gibi bitmez tükenmez oldugunu da unutma. Ayrica su gibi sakin olabilecegin gibi, su gibi de "kiyametler" koparici olabilecegini unutma... Vadiler varken önünde ve ovalar varken, yayilabilecegin küçük irmaklara ayirabiliyorsan kendini ve bardaklara bölebiliyorsan, yasam verirsin çevrene. Yoksa hep duyulmayan, dinlenmeyen, korkulan ve kaçilan olursun seller, afetler gibi. Tercih elindeydi hep ve hep "senin" ellerinde olacak... Ya tutmayi ögreneceksin dilini ya da hiç durmadan konustugun için, yalnizca bombos ve anlamsiz sesler çikartan birisi oldugunu zannettireceksin çevrendeki insanlara! Ama yapman gereken su degil mi?

Düsüneceksin ne zaman ne söyleyecegini. Düsüneceksin kimin dinleyip dinlemedigini, kimin anlayip anlamadigini. Düsüneceksin anlatmak istediklerinin ne kadarini anlatabildigini... Hatta anlayanlarin anladiklarinin da senin anlattiklarinin ne kadari oldugunu düsüneceksin... Konusmak için en uygun zamani bekleyecek, en az ama en uygun sözcükleri seçmeye çalisacaksin... Yolcularin, önceden aldiklari biletleri ceplerinde oldugu halde, saatlerini kontrol ederek, zaman yaklastiginda, vapurun kalkacagi iskelede hazir olmalari gibi, sen de fikrini bildirecegin kisinin " kiyiya yanasmasini" bekleyeceksin!.. Demeyeceksin " Ben canim isteyince giderim iskeleye, vapur da o saniyede gelmek zorunda!.." Demeyeceksin " Ben aklima geleni geldigi biçimde söylerim. Karsimdaki de degil duymak degil dinlemek, anlattigimdan bile fazlasini anlamak zorunda.." Keske öyle olsaydi. Keske hakli olsaydin, ama maalesef degil... Agzini açip "Selaleden dökülen suyu" içmeye çalisan bir tavsan gördün mü hiç?... Ya da önüne çikan agaçlari bile sürükleyen bir selden susuzluk gidermeye ugrasan bir ceylan gördün mü? Kaplanlar bile içebilmek için suyun durulmasini bekler; beyni olan her canli gibi! Hadi... Sen simdi " su oldugunu" düsün ve kendini " su gibi " hisset... Su gibi özel, su gibi güzel, su gibi berrak, su gibi yararli... Su gibi yasam kaynagi ve su gibi bitmez tükenmez oldugunu animsa... Ama yine su gibi " küçük bir bardagin içine" sigdir ki kendini girebilmeyi ögren insanlarin damarlarina. Yasam ver... Vazgeçilmez ol!...

12 Aralık 2008 Cuma

Gülten Akin - Uzun Yagmurlardan Sonra

UZUN YAĞMURLARDAN SONRA
Sen yağmurlu günlere yakışırsın
Yollar çeker uzak dağlar çeker uzak evler
Islanan yapraklar gibi yüzün ışır
Işırsa beni unutma

Alır yürür sıcak mavisi gökyüzünün
Kuşlar döner uzun yağmurlardan sonra bir gün
Bir yer sızlar yanar içinde büsbütün
Her şeye rağmen ellerin üşür
Üşürse beni unutma
Yeni dostlar yeni rüzgarlar gelir geçer
Yosun muydum kaya mıydım nasıl unuturlar
Kahredersin başın önüne düşer Düşerse beni unutma

Gülten AKIN

11 Aralık 2008 Perşembe

ÇARŞI - GELİYORUZ.


18 yaşında bir delikanlıyı en az 10 sene yararlı olacağını bildiklerinden yok etmeye çalışanlara "İnadına Serdar Kurtuluş" diyerek, GELİYORUZ.

Nobre'nin helal terleriyle oyundan çıktığında boncuk boncuk akıttığı iki damla gözyaşını alkışlayarak, GELİYORUZ.

Biz Ricardinho, Runje, Delgado kötü oynadıkça iyi kumaş olduğunu bilip iyi olacaklarını düşünerek destekleyenlerdeniz. İyi olduğunu bilip de "Beşiktaş faydalanmasın" mantığını güderek "Bunlardan topçu mu olur" diye yazanlara gülerek, GELİYORUZ.

"Seviyoruz" dedikçe "Bunlar kendilerini eğlendiyor" diyenlere "Hodri meydan"ları açarak, GELİYORUZ.

"Her şey galibiyet değildir" mantığını kamuoyuna, gençlere ve tüm meteryalistlere şırınga ederek, GELİYORUZ.

Onun için maçlarımızı TV'den seyrederken gözlerinizi kapatırsınız. Ve ahengi yüksek bir orkestranın çok ve gür sesli "tını"larını duyarsınız. Tüm bunları çekemeyenler vardır ve doğaldır. Kıskananları bilerek,GELİYORUZ.

101. yılda ikinci yarı başındaki 8 puan farktan türlü entrikalar sonucu verilen şampiyonluğu bu seneye hitaben "Tarih tekerrürden ibaretttir" kitabesine "Şampiyonluk öyle alınmaz böyle alınır" sloganlarını hazırlayarak, GELİYORUZ.

Stadımızda küfür yok deyip de en iğrenç pankartları açanlara yol verenleri kınayarak,GELİYORUZ.

15 yaşına kadar şampiyonluk görmemiş bir neslin Beşiktaş aşkına ölümlere körebe oynayışına gözlerimiz dolarak ve dalarak, GELİYORUZ.

Ve sevenler ayrılmaz biliyorsunuz. Tüm insanlar ufak tefek hatalar yapmıştır, anlıyorsunuz. O yüzden fazla güzelde gözümüz yok, ey Azrail... Biz Beşiktaşlılar cehennemden kombine aldık. ORAYA DA GELİYORUZ.

Alen MARKARYAN
fotomaç

8 Aralık 2008 Pazartesi

Camel - Muzik Grubu



Camel, 1963 yılında İngiltere’de kuruldu. Grubun ilk üyeleri arasında klavyeci Peter Bardens, grubun kurucusu, gitaristi, bestecisi, flütçüsü, vokalisti, her şeyi Andrew Latimer, bas gitarist Doug Ferguson ile davulcu Andy Ward vardı. Grup, The Brew ismini değiştirerek sonradan Camel ismini aldıcamel ilk albümü olan came’çıkardıklarında (1963) yeni bir akımın öncülerinde biri oldular.Grup asıl patlamayı ise mirage albümü ile yakaldı. Ancak Camel’ı Camel yapan, progresif bir müzik yapısıyla duyguyu birbirine katarak müzik icra etmesi oldu.Grup, kuruluşundan bu yana pek çok eleman değiştirdi ve 1981’de Andy Ward’un uyuşturucu nedeniyle bagetlerini bırakmaya karar vermesiyle dağıldı. Bir süre turlayan ve konuk müzisyenlerle çalışan Andrew Latimer, grubu 1990’da yeniden topladı. O yıldan bu zamana kadar 4 albüm çıkaran grup 2003’te dünya turnesine çıktı ve bunun «veda turu» olarak açıklanmasıyla hayranlarını üzdü. Zira duyguyu onlar kadar iyi anlatan bir grup, belki önümüzdeki 1970 yıl içerisinde bile gelmeyecekti.Grup, tarihi boyunca pek çok dava ile karşı karşıya geldi. Özellikle 1973 tarihli I Can See Your House from Here isimli albümlerinin çarmıha gerilmiş, uzaydan dünyaya bakmakta olan astronot temali etkileyici kapağı bunun sebeplerinden biriydi. camel’ın mirage albümünde bugün en çok hatırlanan ve dinlenen Camel albümü olup Lady Fantasy gibi efsanevi bir eserle de son bulmaktadır fakat hine bu albüm içersinde bulunan nimrodel adlı parçayıda favoriler arasındaki yerini korur..

Kaynak: lastfm.com.tr

7 Aralık 2008 Pazar

Sana Bakmak - Yılmaz Erdoğan


her şey yapılabilir

bir beyaz kağıtla

uçak örneğin uçurtma mesela

altına konulabilir

bir ayağı ötekinden kısa olduğu için

sallanan bir masanın

veya şiir yazılabilir

süresi ötekilerden kısa

bir ömür üzerine.


bir beyaz kağıda

her şey yazılabilir

senin dışında

güzelliğine benzetme bulmak zor

sen iyisi mi sana benzemeye çalışan

her şeyden bir gülden bir ilk bir sonbahardan sor

belki tabiattadır çaresi

senin bir çiçeğe bu kadar benzemenin

ve benim

bilinci nasırlı bir bahçıvan çaresizliğim

anlarım bitkiden filan

ama anlatamam

toprağın güneşle konuşmasını

sana çok benzeyen bir çiçek yoluyla


sen bana ışık ver yeter

bende filiz çok

köklerim içimde gizlidir

gelen giden açan soran bere budak yok

bir şiir istersin “içinde benzetmeler olan”

kusura bakma sevgilim

heybemde sana benzeyecek kadar

güzel bir şey yok

uzun bir yoldan gelen

tedariksiz katıksız bir yolcuyum

yaralı yarasız sevdalardan geçtim

koynumda bir beyaz kağıt boşluğu

her şeyi anlattım olan olmayan acıtan sancıtan

bilsem ki sana varmak içindi bütün mola sancıları

bütün stabilize arkadaşlıklar

daha hızlı koşardım

severadım gelirdim

gözlerinin mercan maviliğine


sana bakmak suya bakmaktır

sana bakmak bir mucizeyi anlamaktır

sağa sola bakmadan

yürüdüğüm yollar tanıktır

aşk sorgusunda şahanem

yalnız kelepçeler sanıktır

ne yazsam olmuyor

çünkü bilenler hatırlar

hem yapılmış

hem yapma çiçek satanlar

bahçıvanlar değil tüccarlardır

sen öyle göz

sen öyle toprak

ve güneş ortaklığı

sen teninde cennet kayganlığı iken

sana şiir yazmak ahmaklıktır

bir tek söz kalır dişlerimin arasından

ben sana gülüm derim

gülün ömrü uzamaya başlar

verdiğim bütün sözler sende kalsın isterim

ben sana gülüm derim

gül sana benzediği için

ölümsüz yazdığım bütün şiirler

sana başlayan bir kitap için

önsöz sana bakmak

bir beyaz kağıda bakmaktır

her şey olmaya hazır


sana bakmak suya bakmaktır

gördüğün suretten utanmak

sana bakmak

bütün rastlantıları reddedip

bir mucizeyi anlamaktır

sana bakmak allah’a inanmaktır


Yılmaz Erdoğan

Bütün Mesele Hazır Olmakta - Hamlet - William Shakespeare

Bütün Mesele Hazır Olmakta

Serçenin ölmesinde bile bir bildiği vardır kaderin.Şimdi olacaksa bir şey yarına kalmaz, yarına kalacaksa bugün olmaz.Bütün mesele hazır olmakta.Madem hiçbir insan bırakıp gideceği şeyin gerçekten sahibi olmamış, erken bırakmış ne çıkar, ne olacaksa olsun!

Hamlet'ten

William Shakespeare

Bazen - William Shakespeare

Bazen


Yıldızları süpürürsün, farkında olmadan,

Güneş kucağındadır, bilemezsin.

Bir çocuk gözlerine bakar, arkan dönüktür,

Ciğerinde kuruludur orkestra, duymazsın.

Koca bir sevdadır yaşamakta olduğun, anlamazsın.

Uçar gider, koşsan da tutamazsın...


William Shakespeare

True love by W.Shakespeare


TRUE LOVE

Let me not to the marriage of true minds

Admit impediments. Love is not love
Which alters when it alteration finds,
Or bends with the remover to remove:-

O no! it is an ever-fixed mark
That looks on tempests, and is never shaken;
It is the star to every wandering bark;
Whose worth’s unknown, although his height be taken.

Love’s not Times’s fool, though rosy lips and cheeks
Within his bending sickle’s compass come;
Love alters not with his brief hours and weeks,
But bears it out even to the edge of doom:-
If this be error, and upon me proved,
I never writ, nor no man ever loved.

William Shakespeare